2 Kasım 2022 Çarşamba

 ŞEFFAFLIK VE HESAP VEREBİLİRLİK

 

Şeffaflık ve hesap verebilirlik birbirine ihtiyaç duyan ve birbirini güçlendiren, dolayısıyla beraber düşünülmesi gereken iki kavramdır.

Bu iki kavram birlikte vatandaşların kendileri için önemli olan konularda görüş bildirmelerine ve karar vermeyi etkileyebilmelerine olanak tanır ve karar vericilerden hesap sorma imkânı tanır.

 Bir ilke olarak, kamu görevlileri, memurlar, şirket ve kuruluşların yöneticileri ve yönetim kurulu üyeleri ile sivil toplum örgütleri, katılım ve hesap verebilirliği artırmak için görünür, öngörülebilir ve anlaşılır bir biçimde davranmakla ve ellerindeki bilgileri sade bir şekilde sunmakla (şeffaf olmakla) yükümlüdür.

 Bu iki kavram, iyi yönetişimin de gerekliliklerindendir.

 Dikkat edilmesi geren bir nokta, bilgileri ham bir şekilde sunmanın, şeffaflığı sağlamak için yeterli olmadığıdır.

 Tam tersine, kamusal alanda çok miktarda ham bilgi şeffaflık  yerine opaklığı doğurabilir.

Bu nedenle bilgi yönetilirken ve yayınlanırken iki önemli özelliğe sahip olmalıdır.

 i) İlgili ve erişilebilir:

 Bilgiler, açık ve anlaşılır dilde ve farklı paydaşlar için onların anlayabileceği uygun formatlarda sunulmalıdır.

 Analiz, değerlendirme ve katılım için gerekli detay ve ayrışmayı içermelidir.

 Paylaşılan bilgi, karar alma süreci ile doğrudan ilgili olmalı, süreci karmaşıklaştırmamalıdır.

 

ii) Zamanında ve doğru:

Bilgi, ilgili paydaşların analiz, değerlendirme ve katılımına izin vermek için mümkün olduğunca hızlı ve doğru bir zamanlama ile sunulmalıdır.

 Yani bilgiler karar alma süreci sona ermişken ya da sona yaklaşmışken değil, ka-rar almak için gereken zamanda sunulmalıdır.

 Bilgiler güncel, doğru ve eksiksiz olmalıdır.

 Şeffaflık, kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarındaki uygulayıcıların ve karar vericilerin eylemlerinden sorumlu tutulmasının görev ve taahhütlerin yerine getirilmemesi durumunda da yaptırım uygulanmasının, yani hesap verebilirliğin sağlanması için elzemdir.

 Hesap verebilirlik, toplumdaki farklı aktörler arasında kurumsallaşmış (yani düzenli, kurulmuş ve ortaklaşa kabul edilmiş) bir ilişkidir.

 Bir grup kişi veya organizasyon hesap verir, başka bir grup ve organizasyon ise hesap sorar.

 Bu sürecin dört önemli aşaması vardır:

 i)             Standartlar:

 

Hesap verenlerden (uygulayıcılar ya da karar vericiler) beklenen davranışların ve bu davranışları değerlendirecek kıstasların önceden ve açık bir şekilde belirlenmesi.

 ii)            Soruşturma:

 

Hesap verenlerin kendilerinden beklenen standartları karşılamış olup olmadıklarının araştırılması.

 

iii)          Yanıtlanabilirlik:

 

Hesap verenlere eylemlerini savunma ve cevap verme imkanının verilmesi.

 iv)          Yaptırım/ödüllendirme:

 

 Hesap verenler bir şekilde kendilerinden beklenen standartların altına düşmüşse (ya da standartların üstünde performans göstermişse), bu performansları için, daha önceden açık bir şekilde belirlenmiş cezaların (ya da ödüllerin) verilmesi.

 Hesap verilebilirliğin doğru bir şekilde yapılabilmesi için sadece şeffaflık yetmez.

 Bunun yanında güçler ayrılığı ilkesinin de olması gerekir.

 Yani standartları belirleyenler (yasama), uygulayıcı ve karar alıcılar (yürütme) ve soruşturanlar ve ceza verenler (yargı) ayrı gruplar/kişiler olmalıdır ve hiçbir grup diğerini baskılamamalıdır

İYİ YÖNETİŞİM

 

Yönetişim yönetim kavramının aksine , alınan son kararın ne olduğundan ziyade, karar verme sürecinin nasıl yürütüldüğü ve bu kararların nasıl uygulandığı ile ilgilenir.

 Yani “Doğru karar nedir?” sorusuna değil, “Bu kararların alınması ve uygulanması için mümkün olan en iyi süreç nasıl olur?” sorusuna cevap arar.

 Doğru tasarlanmış bir yönetişim mekanizması zaten doğru kararları da beraberinde getirecektir.

 Hükümet, yönetişimdeki aktörlerden sadece biridir.

  Yönetişime katılan diğer aktörler, tartışılan karar alma düzeyine göre değişir.

 Örneğin kırsal alanda uygulanacak bir proje ile ilgili karar alma sürecindeki diğer aktörler köylüler, çiftçiler, kooperatifler, STK’lar, araştırma enstitüleri, dini liderler, finans kurumları, siyasi partiler, askeri kurumlar vb. olabilir.

Birleşmiş Milletler Asya-Pasifik Ekonomik ve Sosyal Komisyonu’na göre iyi yönetişimin, sekiz önemli özelliği vardır:

 i) Katılım:

Toplumun tüm kesimleri tarafından katılım iyi yönetişimin temel taşlarından biridir.

Özellikle toplumdaki en savunmasız kişilerin kaygılarının dikkate alınması önemlidir.

 Katılım konusunda bilgi aktarılması ve organize edilmesi gerekir.

 Bu bir yandan örgütlenme ve ifade özgürlüğü, öte yandan örgütlü bir sivil toplum anlamına gelir.

 

ii) Hukukun üstünlüğü:

 İyi yönetişim, tarafsız bir şekilde uygulanan, adil yasal çerçeveleri; insan haklarının, özellikle de azınlık haklarının tam olarak korunmasını; yasaların tarafsız bir şekilde uygulanmasını; bağımsız bir yargının ve tarafsız bir polis gücünün kullanılmasını gerektirir.

iii) Etkinlik ve verimlilik:

  İyi yönetişim, süreçlerin ve kurumların, kaynaklardan en iyi şekilde faydalanırken, toplumun ihtiyaçlarını en iyi karşılayan sonuçlar üretmesini öngörür ve aynı zamanda doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı ve çevrenin korunmasını gerektirir.

 iv) Eşitlik ve kapsayıcılık:

  İyi yönetişim ile toplumsal refah arasında sıkı bir ilişki vardır.

 İyi yönetişimin zeminini oluşturan toplumsal refah kimsenin kendisini toplumun ana akımından dışlanmış hissetmemesine bağlıdır.

 Bu ise toplumdaki tüm grupların, özellikle de en savunmasız kişilerin, refahlarını iyileştirmek veya korumak için eşit haklara ve fırsatlara sahip olmalarıyla mümkündür.

 v) Hızlı çözüm:

İyi yönetişim, kurumların ve süreçlerin, tüm paydaşlara makul bir zaman çerçevesinde hizmet etmeye çalışmasını gerektirir.

 vi) Şeffaflık:

 İyi yönetişimde bilgi serbestçe bulunabilmeli ve kararlardan ve uygulamalardan etkilenecek olanların doğrudan erişilebileceği bir şekilde sunulmalıdır.

Aynı zamanda yeterli bilgi, kolay anlaşılır şekilde ve uygun ortamlarda sağlanmalıdır.

 

İnsanlar karar verme sürecini takip edebilmeli ve anlayabilmelidir.

 vii) Hesap verebilirlik:

 Bu özellik iyi yönetişimin temel şartıdır.

 Sadece kamu kurumları değil, aynı zamanda özel sektör ve sivil toplum örgütleri de, kamuya ve kurumsal paydaşlarına karşı sorumludurlar.

 Hesap verebilirlik ise şeffaflık ve hukukun üstünlüğü olmadan uygulanamaz.

 viii) Konsensüs:

 İyi yönetişim, toplumdaki farklı menfaatlerin arabuluculuğunu gerektirir ve toplulukta geniş bir görüş birliğine varmayı amaçlar.

 Bu özellikler sayesinde iyi yönetişim, yolsuzluğun en aza inmesini, azınlıkların görüşlerinin dikkate alınmasını ve toplumdaki en savunmasız kişilerin seslerinin karar verme süreçlerinde duyulmasını sağlar.

 Böylece toplumun mevcut ve gelecekteki ihtiyaçlarına da cevap verebilir.

 İyi Yönetişim Şeması

 Konsensusa yönelik Hesap verebilirlik

 İyi yönetişim

 Hukukun üstünlüğü

 Etkinlik ve verimlilik

 Şeffaflık

 Hızlı çözüm

 Eşitlik ve kapsayıcılık

 Katılımcılık


 SOSYAL İNAVASYON

 

Sosyal inavasyon aynı anda hem sosyal bir ihtiyaca mevcut çözümlerden daha iyi bir şekilde cevap veren, hem de toplumun yeteneklerini geliştirerek sosyal, ekonomik ve çevresel kaynakların ve varlıkların daha verimli kullanılmasını sağlayan yeni çözümlerdir.

Bu çözümler bir ürün veya hizmet olabileceği gibi, yeni bir süreç ve/veya toplumsal model de olabilir.

Örneğin yerel para birimleri, yeni sağlık modelleri, bisiklet girişimleri, ortak yerleşim planları ve akran eğitimi yoluyla öğrenmeyi sağlamak için çevrimiçi platformlar gibi çeşitli girişim ve etkinlikler sosyal inovasyon kapsamında değerlendirilebilir ve bu inovasyonlar çeşitli topluluklar, formel ya da enformel ağlar, STK’lar, hayır kurumları, hükümetler, işletmeler, akademisyenler, vatandaşlar veya hayırseverler gibi çok çeşitli aktörler ve paydaşlar tarafından hayata geçirilebilirler.

Sosyal inovasyon, merkezinde vatandaşların ve toplulukların olduğu, ayrı ayrı parçalardan ziyade sistemi bir bütün olarak ele alan  işbirlikçi ve katılımcı bir süreçtir.

Tepeden inme olmayan ve daha çok dipten yukarıya doğru gelişen, çoğu zaman yerel ölçekte ademi-merkeziyetçi bir şekilde başlayan,  ama buna rağmen konusu ve kapsamı küresel olabilen sosyal inovasyonlar özellikle son yıllarda öne çıktı.

 Hatta adil ticaret gibi kimi inovasyonların marjinal hareketler olmaktan sıyrılıp ana akım haline geldiği bile söylenebilir.

 Sosyal inovasyonlar atık sorunları, hava kirliliği, ekosistem hizmetlerinin bozulması, iklim değişikliği ve benzeri çevresel etkilerle de mücadele edebilir niteliktedir.

 

Eko-inovasyon (ya da çevreselinovasyon) olarak da adlandırılan bu tür inovasyonlar, sürdürülebilir kalkınmaya katkıda bulunan ve yenilenebilir enerji, geri dönüşüm, atık su arıtımı, doğal ve organik gıda işleme, çevre dostu ambalaj ve benzeri yenilikler içeren ürünler ve süreçler olarak ortaya çıkıyor.

Fakat bu tür çevresel inovasyonların etkili olabilmesi, önerilen yeniliğin kültürel ve sosyal kabulünün sağlanabilmesi için toplumsal bir bileşen gerekir.

 Yani kirlilik, biyolojik çeşitliliğin azalması veya kaynak sıkıntısı ile mücadele için bir teknoloji veya politika fikri ne kadar etkili ve yetkin olursa olsun, başarılı olmak için insanların ve toplulukların harekete geçmesini gerektirir, zira toplumsal ve çevresel sorunlar sıklıkla birbirine bağlıdır ve önerilen çözümler her iki boyutta da etkili olmalıdır.

 Örneğin iklim değişikliğine çözüm olarak yenilenebilir enerji kullanımını önerebilmek için tek başına sosyal ve çevresel inovasyon olması yeterli değildir çünkü önerilen çözümün toplumsal yönü eksik kalabilir.

 Fakat yerel topluluklar tarafından işletilen yenilenebilir enerji kooperatifleri, örneğin iklim değişikliğine çözüm olarak sunulurken, sosyal ve çevresel inovasyondan bahsetmek de mümkün hale gelir.

 Daha önce belirtildiği gibi, sosyal inovasyonların tabandan yukarıya yayılma özellikleri vardır.

 Başlangıçta nispeten küçük görünen sosyal gruplar tarafından uygulanmaya çalışılan çevresel ve toplumsal sürdürülebilirliğe ilişkin küçük deneyler aslında sosyal inovasyonlar için birer tohum evresi olarak görülebilir.

  Eğer deneyler bu tohum evresinde başarılı olursa daha sonra diğer topluluklar tarafından da adapte edilebilir.


 SOSYAL METABOLİZMA

 

Sosyal metobolizma kavramı toplumun da tıpkı bir insan vücudu gibi işlevlerini yerine getirmek için belirli miktarda enerji ve besine ihtiyacı olduğunu öne sürer.

 Yani nasıl ki insan bedeni hayatta kalmak için günlük olarak belirli miktarda besin alıp, bu besini vücut içinde çeşitli süreçlerden geçirip enerjiye ve vücudun doğru çalışması için gerekli diğer maddelere çeviriyorsa, toplumlar da doğadan çeşitli kaynakları alıp bunları toplumun devamlılığı için gerekli enerji ve ürünlere çevirirler.

 Toplumdaki bu metabolik süreçler sonunda da, tıpkı insan vücudunda olduğu gibi, çeşitli atıklar ortaya çıkar ve bu atıklar doğaya geri bırakılır.

 Sosyal metabolizma bu çerçevede bir sektör veya bir coğrafi birimin aynen bir insan bedeni gibi hem kendi yeniden üretimi için (örneğin dokuların yenilenmesi) enerji ve madde kullanımı hem de ürün-hizmet üretebilmek (örneğin yemek yaparken doğalgaz tüketimi) için harcadığı enerji ve madde kullanımının toplamı anlamına gelir.

 Enerji ve madde ilk bulundukları yerde stok (örneğin yeraltında bulunan petrol), ekonominin içerisinde ise akış (örneğin rafineriden benzin istasyonuna oradan motora) halini alır.

 Bu açıdan bakıldığında, toplumların yüksek metabolizmalara sahip olmaları hem doğadan aldıkları madde miktarında, hem de doğaya geri bırakmaları gereken atık miktarında artışa neden olacaktır.

 Çevresel sürdürülebilirlik için sosyal metabolizmanın küçültülmesi gereklidir.

 Bu yaklaşım özellikle ekonomik büyüme- karbon emisyonu ayrışması, karbonsuzlaşma ve örneğin akıllı şehirlerde teşvik edilen hizmet/bilişim sektörü bazlı ekonomik maddesizleşme gibi konulardaki değerlendirmelere somut, bilimsel bir temel oluşturur.

Sosyal sistemler için bu şekilde biyolojiden esinlenerek  metabolizma benzetmesinin kullanımı Liebig ve Moleschott’tan etkilenen Karl Marx’ın eserlerine dek uzanır.

 Örneğin Marx ,Kapital’in birinci cildinde “emek süreçleri aracılığıyla insan ve doğa arasında idare edilen metabolizma”ya vurgu yapar.

 Kavramın günümüzde daha sık olarak kullanılması ise, bu tarz bir biyofiziksel yaklaşımın akademik yazın içinde gelişmesi, bunun sonucunda ünlü iktisatçı Nicholas Georgescu-Roegen’in yaptığı gibi termodinamiğin 2. yasasının (Entropi, enerjinin korunumu) toplumsal sistemlere uygulanmasıyla mümkün olmuş ve ekolojik iktisatın temellerini atmıştır.

 Sosyal metabolizmayı ölçmek için farklı değerlendirme/ölçüm yöntemleri öne sürülmüştür.

 Örneğin Viyana Okulu olarak da bilinen Malzeme Akış Analizi (MAA) yöntemi ekonomilerde madde ve enerjinin üretim-tüketim-atık süreçlerini takip edebilmemize olanak sağlar.

  Mario Giampietro ve Kozo Mayumi’nin geliştirdiği toplumsal metabolizma yaklaşımı ise MAA’da yapıldığı gibi sadece madde ve enerji akışlarının sayısallaştırılmasına değil, bu akışlarla durağan kaynakların (doğal ve yapay stokların) etkileşimine ve bunlar arasında farklı ölçeklerdeki (örneğin ülke çapında ya da sadece bir çiftlik düzeyinde) ilişkilere odaklanır.

 Bu anlamda akış-kaynak modeli farklı üretim sistemlerine ait  metabolik göstergeler üretirler.

 Örneğin her bir saatlik emek girdisi başına enerji girdisi veya bir hektarlık tarımsal üretimde tüketilen su miktarı gibi göstergeleri üreterek, daha verimli bir üretim/tüketim sisteminin kurulabilmesine olanak sağlarlar.

 Sosyal metabolizmanın bir başka kullanımı ise Erik Swyngedouw ve Nik Heynen gibi coğrafyacıların kullandığı biçimiyle kent-kır alanını birbirine bağlayan kentsel metabolizma yaklaşımıdır.

 Bu çerçevede de kır-kent ve kent-kent eksenleri madde ve enerji akışlarıyla olduğu kadar emek akışlarıyla da birbirine bağlıdır.

 Bu yöntemler özellikle çevre adaleti için HANPP  insanlar tarafından el koyulmuş net birincil üretim, gibi sayısallaştırılmış göstergeler sunması bakımından önemlidir.

 

 

 

 MÜŞTEREKLER

 

Müşterekler ( ortak kaynak ya da ortak kaynak havuzları) çok sayıda birey tarafından belli bir sosyal akit çerçevesinde kullanılan, her bireyin kullanım hakkının olduğu ama kimsenin sahiplik iddia edemediği varlıklara denir.

Bunlar örneğin atmosferdeki hava ya da bir köyün ortak kullandığı mera gibi doğal varlıklar olabileceği gibi, kimsenin tekelinde olmayan ve telif iddia edilmeyen açık kaynak kodlu yazılımlar (örneğin Linux) veya ortaklaşa üretilmiş internet siteleri (örneğin Vikipedi) gibi entelektüel üretimler de olabilirler.

Entelektüel üretime dayalı müştereklerde ek kullanıcıların katılması aslında ortak üretimin/malın daha da genişlemesini ve büyümesini sağlarken, doğal varlıklara dayalı müştereklerde ek kullanıcıların katılması müşterek malın daha fazla bölünmesine ve kişi başına düşen tüketim miktarının azalmasına veya kaynağın tükenmesine neden olur.

 Çevresel sürdürülebilirlik açısından özetlemek gerekirse; ekosistem hizmetleri, atmosfer, meralar, balık rezervleri vb. doğal varlıklara dayalı müştereklerin iki önemli özelliği vardır:

1- Başka bireyleri kullanımdan dışlamak mümkün değildir (ya da ancak kısmen mümkündür), yani kimse bu varlık/kaynak üzerinde bireysel olarak mülkiyet hakkı iddia edemez.

 2- Her ek kullanıcının katılması sonucu birey başına düşen kullanım/ tüketim miktarı düşer ve ortak malın miktarı azalır.

İşte bu iki özellik nedeniyle müştereklerin sürdürülebilir kullanımı konusunda önemli sorunlar var olagelmiştir.

Herkesin kullanımına açık ve tükenebilir olan bir kaynağın hızla tükenmesi beklenen bir durumdur.

 Müştereklerin trajedisi olarak adlandırılan bu durumdan ilk kez Garrett Hardin, Science dergisindeki bir makalesinde bahseder.

Hardin bu durumu anlatmak için bir köye ait ortak meranın kullanımını örnek verir.

 Bu görüşe göre, koyunlarını bu müşterek merada otlatan her çoban, aslında aşırı otlatmanın bu meraya kalıcı zarar vereceğini ve uzun vadede herkesin zararlı çıkacağını bildikleri halde, kısa vadedeki çıkarlarını ön plana koyarak kendi koyunlarını merada bireysel kârlarını en yükseğe çıkaracak şekilde otlatır çünkü eğer onlar otlatmazsa zaten başkaları otlatacaktır.

Bunun sonucunda da bir süre sonra mera kendini yenileyemez, çöle dönüşür ve herkes zararlı çıkar.

 Bu durumun çözümü için ise yapılması gereken şey ya meranın ortak kullanımdan çıkarılıp özel mülkiyete geçirilmesi (kullanım hakkının tek bir kişiye verilmesi) ve bu sayede piyasa mekanizmalarının devreye sokulması, ya da devletin bu meranın kontrolünü ele alması ve her bir çiftçinin ne kadar otlatma yaptığını kontrol etmesidir.

Hardin ve takipçilerine göre aslında sorun meranın sahipsiz olmasıdır.

 Hardin’in bu örneğinde tüm çobanlar sadece kişisel çıkarlarını düşünen ve kimseye güvenmeyen, diğer bireyleri rakip olarak gören kimseler olarak betimlenmiştir.

Fakat şimdiye kadar ekonomi alanında Nobel almış tek kadın iktisatçı olan Elinor Ostrom bu durumun doğru olmadığını dünyadan çok sayıda örnek ile ortaya koymuştur.

 Örneğin birçok balıkçı topluluğunda, küçük ölçekli üreticiler kendi aralarında konuşup anlaşarak, avlandıkları alandaki balıkların tamamen tükenmemesi amacıyla herkes için eşit balık tutma hakları belirlemişler ve dünyanın diğer yerlerinde devlet eliyle ya da piyasa mekanizmaları ile büyük ölçeklerde gerçekleştirilmeye çalışılan kaynak yönetim modellerine göre çok daha başarılı olmuşlardır.

Çünkü aslında bireyler, Hardin’in tanımladığı gibi bencil, kısa vadeli düşünen ve kimseye güvenmeyen insanlar değil, çoğu zaman işbirlikleri ve kendi kendini denetleyen toplulukları da geliştirmeyi bilen öznelerdir.

 Müştereklerin sürdürülebilir kullanımı, bu tartışma eksenleri çerçevesinde ele alınmaya devam ediyor.

 TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ

 

Sürdürülebilir kalkınmanın hem ekolojik, hem toplumsal, hem de ekonomik adaleti eşzamanlı olarak sağlaması gerektiği kabul edilir.

 Her türlü ayrımcılığın olduğu gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliği de toplumsal adaletin gerçekleşmesini engeller.

 Bu nedenle toplumsal cinsiyet eşitliğinin, sadece temel insan hakları perspektifinden değil, sürdürülebilir kalkınma açısından bakıldığında da katılımcı bir kalkınma için en önemli unsurlardan biri olduğu görülebilir.

 Yapılan araştırmalar, kadınların ekonomik süreçlere katılımının, sürdürülebilir kalkınmayı olumlu yönde etkilediğini gösteriyor.

 Öte yandan tarihte kadınların birçok noktada toplumsal değişime liderlik ettikleri biliniyor.

Bu nedenle de kadınların katılımı ile yoksulluğun ortadan kaldırılması, sürdürülebilir tüketim ve üretim kalıplarının geliştirilmesi ve ekosistemlerin ve doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi kolay gerçekleştirilebilir.

 Toplumsal cinsiyet eşitliğinin temel koşulları şunlardır:

 Kadın ve erkekler için eşit ekonomik bağımsızlık

 Eşit değerdeki iş için eşit ücret

 Karar almada eşitlik

  Onur, haysiyet ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete son verilmesi

 Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik mevzuat oluşturulması

 

Sürdürülebilirlik ve toplumsal cinsiyet tartışmaları 1980’li yılların başından itibaren kalkınma gündeminde öne çıkmaya başlamış ve ekofeminizm, feminist politik ekoloji, ücretsiz hane içi emek literatürü ve doğal kaynak kullanımı yönetimi alanlarında bu konu tartışılmıştır.

 Tartışmalar iki ana eksende gerçekleşmiştir:

 i) Erkeklerin ve kadınların sürdürülebilirliğe (çevresel bozulmaya ya da doğa korumaya) katkıları ve

 ii) Sürdürülebilirliğin (veya çevresel bozulmanın) erkek ve kadınlar üzerindeki farklı etkileri.

 Sürdürülebilir kalkınma, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için açık bir taahhüt olmadan ve kadınların yeteneklerini geliştirmeyi, haklarına saygı duymayı, onları korumayı, ücretsiz ödenmemiş hane içi emekleri azaltmayı ve erkekler ile kadınlar arasında yeniden dağıtmayı amaçlamadan hayata geçirilemez.

 Bunun için de kadınların karar vermede ve politika geliştirmede tam ve eşit katılımda olmaları gerekir.

Buradan hareketle, Birleşmiş Milletlerin 2015 yılında açıkladığı Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin beşinci maddesi, açık bir şekilde toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgilidir.

 Özellikle 5.a maddesi, “Kadınların ekonomik kaynaklara ulaşma, toprak ve diğer mülk türlerine sahip olma ve üzerlerinde kontrol kurabilme, finansal hizmetler, miras ve doğal kaynaklara erişimleri gibi konularda ulusal yasalara uygun olarak eşit haklara sahip olmaları için reformlar yapılması” hedefini ortaya koyar.

Kadınların, tüm sektörlerde ve her düzeyde, ekonomik yaşamın içinde yer alabilmelerini sağlamak amacıyla kadınların güçlenmesini hedefleyen özel sektörün küresel en önemli girişimlerinden biri de Kadının Güçlenmesi Prensipleri platformudur.

2010 yılında Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kadının Güçlenmesi Birimi  ortaklığında oluşturulan WEPs platformu, özel sektöre; iş yerlerinde, piyasalarda ve toplum genelinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için dikkate almaları gereken önemli noktaları sunar.

TOPLUM TEMELLİ UYUM

 

İklim değişikliğinin en yakıcı etkilerine en fazla maruz kalacak olan toplumsal kesimlerin, küçük topluluklarda (örneğin dağ köyleri, emek yoğun tarım vb.) yaşayan ve bu etkilere karşı başa çıkma/uyum kapasitesi en düşük olan kesimler olduğu artan şekilde kabul görüyor.

Toplum-temelli iklim değişikliğine uyum yaklaşımı yerel toplulukların dayanıklılığını artırmayı hedefleyen ve bunu yaparken katılımcı süreçler içerisinde yerel bilgi ile uzman bilgisini harmanlayan bir yaklaşımdır.

 Toplum-temelli uyum girişimleri bu anlamda yerel ölçekte iklim-kalkınma- afet konularının hepsini içeren bir tür laboratuvar hizmeti sunuyor.

 Toplum-temelli uyum uygulamaları, ilk aşamada söz konusu topluluğun iklim değişikliği etkilerine karşı en etkilenebilir ve en kırılgan olan faaliyetlerinin tespit edilmesiyle başlar.

 Katılımcı bir etkilenebilirlik analizi yapıldıktan sonra daha az öngörülebilir

ve daha riskli bir iklim altında sosyal, ekonomik ve kültürel aktivitelerin geleceğine dair bir vizyon oluşturulur.

 Bu sırada toplum-temelli yaklaşımlar tarafından, mümkün olan en geniş paydaş katılımıyla kalkınma ve afet riskini de içerecek biçimde bir planlama gerçekleştirilir.

 Bu planlama sadece teknik ve bilimsel bilgilere değil yerel halkın günlük pratiklerinden doğan bilgi ve bilgeliklerine de yaslanmalıdır.

 İlk aşamada iklim değişikliğine dair etkilenebilirlikleri belirleyen unsur, aynı zamanda toplulukların sosyoekonomik durumlarını da belirleyen şitsiz coğrafi gelişim ve toplumsal eşitsizliklerdir.

 

İklim değişikliğine toplum-temelli bir uyum yaklaşımı, uyumu kalkınmanın doğal bir parçası olarak ele alır.

 İklim değişikliği, değişkenliği ve aşırı hava olayları gibi farklı olgular da yerelde farklı cevaplar üretirler.

  Başarılı bir toplum-temelli uyum stratejisinin aşağıdaki gereklilikleri sağlaması beklenmelidir:

Kapsayıcı bilgi yönetimi:

 Bir coğrafi bölgenin, topluluğun veya sektörün etkilenebilirliğinin belirlenmesinin en iyi yollarından biri toplum-temelli bir izleme/takip sistemini (örneğin yurttaş temelli bilimsel veri toplanması, gözlem ve anlatıların sistematik olarak biriktirilmesi) teknolojik sistemlerle (örneğin GIS ve uzaktan algılama sistemleri) entegre etmektir.

 Bu tarz yaklaşımlar yerel geleneksel bilgiye hak ettiği değeri verirken  aynı zamanda uyum anlamında kapasitelerin gelişmesine ve doğal erken uyarı sistemleri oluşmasına katkıda bulunur.

Kurumsal reformlar:

 Alternatif yaşam biçimi planlaması, biyolojik temelli atık yönetimi gibi yerel halkın öncelikleri hesaba katılarak atılacak adımlarda kurumların da mevcut ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yeniden tasarlanması gerekebilir.

 Örneğin dezavantajlı bazı kesimler kurumsal reformlar sayesinde mikro-kredi/mikro-sigorta gibi başa çıkma mekanizmalarına erişim sağlayabilir.

 Kapasite geliştirilmesi:

 Katılımcı süreçlerle iklim değişikliğinin etkilerine ve sosyoekolojik kırılganlıklara dair yerelde kapsamlı bilgi birikimi oluşturulması toplum-temelli yaklaşımların temelinde yer alıyor.


  ŞEFFAFLIK VE HESAP VEREBİLİRLİK   Şeffaflık ve hesap verebilirlik birbirine ihtiyaç duyan ve birbirini güçlendiren, dolayısıyla berabe...